Günlerdir yüzüne hasret kaldığımız güneşi bugün nihayet gördük. Galiba ‘Kükreyen Kırklar’ kabusunun sonuna geliyoruz. Ama gene de son dört günün görüntüleri gözümün önünden gitmiyor.
İkimiz birden kamarada uzanmış bekliyoruz. Tek dileğimiz şu fırtınanın birazcık olsun hafiflemesi… Havayla adeta pazarlık yapıyoruz. Ben; “30 knot’a razıyım, istersen Türkiye’ye kadar öyle es,” diyorum. Sibel’in eli daha açık; “Ben 35’e fitim, yeter ki böyle kükremesin…” diyor. Ama fırtına bizi dinlemiyor. Dışarıda alabildiğince ulumaya devam ediyor.
Uzaklar üçüncü camadandaki ana yelkeni ve minicik fırtına floğuyla üstüne çullanan denizlere karşı direnmeye çalışıyor. O elinden geleni fazlasıyla yapıyor. Bizse içerde sersem gibiyiz. Yattığım yerde bir sağa bir sola, bir aşağıya bir yukarıya savrulup duruyorum. Bu nasıl bir deniz… Kendimi daha çok engebeli arazide son sürat ilerleyen demir tekerlekli bir kamyonun kasasında yatıyor gibi hissediyorum!
İnsanı geren, ürküten dalga seslerine karşı kulak tıkaçları bile fayda etmiyor. Üzerimizden geçenler dalga değil, adeta su dağları. Uzaklar’ın dışardan görüntüsünün bir denizaltıyı andırdığına eminim. Birara iskele bordadan şiddetli bir darbe yiyoruz. Tekne hızla sancak tarafına doğru yatıyor. Zihnimden bir gemi veya buralara kadar çıkmış bir buzdağıyla çarpıştığımız düşüncesi şimşek gibi geçiyor. Eğer öyleyse bu bir felaket… Neyse ki vuran dalgaymış. Ama nasıl bir dalga… Tepemizdeki kaporta kapağından (heçten) içeriye sular fışkırıyor.
Aynı yerden üst üste iki darbe daha geliyor. Kaporta kapağı sıkı sıkı kapalı olmasına rağmen gene de içeri su giriyor. Üstümüze devrilen devasa su kütlelerinin yarattığı basınç öyle şiddetli olmalı ki, sular heçin lastikleri arasından içeriye fıskiye gibi fışkırıyor. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyoruz. Bu ne şiddet, ne öfke…
Yeni bir darbede Sibel’in yüksek sesle Arapça bir şeyler söylediğini duyuyorum. Galiba salavat getiriyor… Ben bildiğim duları çoktan okuyup bitirmiştim. Teknede sakinleştirici ilaç olup olmadığını soruyorum. Dolaplardan birinden sarı bir kutu çıkarıp uzatıyor. Üzerinde ‘Insidon’ yazıyor. Kutuyu Sibel’e veren denizci dostumuz Yeşim Büber’miş.
Sevgili Yeşim üzerine el yazısıyla bir şeyler de yazmış. Okuyorum: “Osman’a karşı sakinleştirici!..” Bu iyi, demek ki etkili bir ilaç… Son kullanma tarihinin üzerinden dört yıl geçmiş, ama varsın olsun. Zaten hayatımda ilk defa sakinleştirici kullanacağım. Şu Güney Okyanusu insana neler de yaptırıyor. Pembe haplardan birini çıkarıp yutuyorum…