Bildik Sularda (Mı), 24 Ekim 2012

Akdeniz’e girdikten sonra e-posta yollayan, telefon eden dostlar, hemen hemen aynı sözleri söylüyorlar: “Artık Akdeniz’desiniz, bundan sonrası kolay. Nasıl olsa bildik sular, arka bahçemiz… Hem okyanustan sonra Akdeniz nedir ki!..”  Evet, Akdeniz okyanuslara göre daha küçük, Türkiye’nin de bu denize sahili var. Bahsedilen ‘bildik’lik bunlardan ibaret olsa gerek.

 

Ama yetmiyor… Malum, deniz her yerde denizdir. İster kocaman okyanus olsun, ister küçük bir iç deniz; ikisi de şakaya gelmiyor, aynı dikkati, özeni, saygıyı göstermeyi gerektiriyor. Üstelik şimdi, açık deniz hayatının olağan zorluklarına ek olarak, yoğun gemi trafiği, aniden değişen hava koşulları, sık sık uğranan limanlardaki formaliteler, hemen her ülke için vize alma zorunluluğu gibi can sıkıcı işlerle de uğraşmak zorundayız.

BİR ZAMANLAR TÜRK GÖLÜYDÜ

Ortaokulda tarih dersinde okuduğumuz, bir zamanlar Akdeniz’in Türk gölü olduğu devirler ne kadar geride kalmış! Koca Akdeniz’de bugün sadece iki ülke bizden vize istemiyor; Fas ve Tunus. Hadi Avrupa ülkelerini bir derece anladık, ama Kuzey Afrika’daki halkı Arap, Berberi olan ülkeler Türklerden niçin vize isterler bilmiyoruz. (Belki de biz bir nedenle onlara vize uyguladık, onlar da karşılık veriyor, bu arada kabak iki ülke vatandaşlarının ve tabii bizim başımıza patlıyor!)

Rotamız Cezayir’in çok uzun Akdeniz sahilinden geçiyor. Eğer limanlarına girmemize izin verirlerse, uğrayıp bir kurban kavurması yemeyi çok istiyoruz. Yıllar oldu kurban kavurması yemeyeli. Ne kadar da özledim! Cezayir’deki büyükelçiliğimiz oraya gelebilmemiz için yardımcı oluyor. Bir süredir Bilal Yılmaz adlı elçilik görevlisinin yolladığı yazıya, Cezayir makamlarından gelecek cevabı bekliyoruz.

ORUÇ REİS

Cezayir’e dair neler biliyorum diye hafızamı yokluyorum. Aklıma kocaman bir aslanı ayaklarının dibinde, evcil bir köpek gibi gezdiren Cezayirli Hasan Paşanın heykeli (ne heybetli bir adammış) ve tabii Cezayir fatihi Oruç Reis geliyor. Eğer gidebilirsek bakalım orada daha neler göreceğiz.

Akdeniz’deki ilk durağımız Ceuta (Septe) olmuştu. İkincisiyse Melilla oluyor. Bu iki liman şehri de Fas sınırları içinde, ama İspanya’ya ait özerk bölgeler. Turistik broşürlerde dört dinin ve kültürün (Katolik İspanyollar, Müslüman Araplar-Berberiler, Hindular ve Museviler) birada huzurla yaşadığı yerler olarak tarif ediliyor. Uzun palmiyelerin birazcık gölgelediği geniş kordon boyunda yürürken, şehrin broşürlerde bahsi edilen uyumuna şahit oluyoruz.

Daracık taytlarını, atlet fanilalarını giymiş koşu yapan (çoğunun kulağında ilk defa burada gördüğümüz, boynuza benzeyen kulaklıklar takılı, herhalde bunlardan müzik filan dinliyorlar) her yaştan kadınlar, erkekler görüyoruz. Kimileri bir ellerinde tasma kayışları, diğer ellerinde naylon torbalar köpek gezdiriyorlar. Köpek ihtiyaç molası için durduğunda onlar da duruyor, sonra hayvanın kaldırıma bıraktığı kakasını o naylon torbayla alıp yerden kaldırıyorlar.

Koşu yapanların arasında parlak göz alıcı kumaşlardan yapılmış uzun elbiseli, türbanlı kadınlar kızlar, beyaz cübbeli, sakallı, başlarının tepesine beyaz bir namaz takkesi kondurmuş erkekler yürüyor. Antremandan dönen bir grubun içindeki genç bir erkeğin forması dikkatimi çekiyor. 10 numaralı formanın üstünde ÖZİL yazıyor. Ön adını hatırlayamadığım bir Türk futbolcunun formasını giymiş olduğunu anlıyorum.

ATATÜRK ve SAİD-İ NURSİ

Şehrin balık, sebze-meyve pazarı en sık ziyaret ettiğimiz yer. Almasak bile tezgâhlardaki envai çeşit balığı, ahtapotu, çeşit çeşit karidesi, böceği, midyeyi, istiridyeyi, meyveleri yeşilliği seyretmek için sık sık uğruyoruz. Esnafın tamamı Arap, Berberi asıllı… Her defasında da dayanamayıp bir şeyler alıyoruz.

Takkeli, kara sakallı balıkçı Türk olduğumuzu öğrenince, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, ‘Mustafa Kemal Atatürk’, diyor. Arkasından elleriyle Atatürk’ün ne kadar büyük ve önemli bir kişi olduğunu bize(!) anlatmaya çalışıyor. Sonra hiç beklemediğim bir isim daha söylüyor: Bediüzzaman Nursî. Onu de el kol hareketleriyle methediyor. Yandaki diğer balıkçılar da sohbete katılıyorlar.

Egomuz okşanmış bir halde pazardan çıkınca Sibel konuşuyor: “Keşke bizdekiler de Atatürk’ün değerini bu kadar bilseler. Öbür adam kimdi?” Cevap veriyorum: “Nurculuk hareketinin kurucusu, bizdeki bilinen ismiyle Said-i Nursî. Ama hakkında pek az şey biliyorum, onlar da kulaktan dolma. Türkiye’ye gidince bakarız.”

BODEGA MADRİD MEYHANESİ

Bazı akşamlar ‘Bodega Madrid’ adlı lokantaya gidiyoruz. Faslıların işlettiği kantin benzeri bu yere civardaki esnaf, yerli halk devam ediyor. Fiyatları gayet uygun, teknede pişirmekten daha ucuza geliyor. Uzun tezgâhına yaslanıp küçük tabaklarda meze gibi servis edilen ızgara kalamar, sübye, ahtapot, karides, balık yumurtası sipariş ediyoruz. Bira sifonla fıçıdan çekiliyor.

Hepsi Fas asıllı ve erkek olan diğer müşteriler bir yandan yiyor, içiyor, bir yandan da karşıdaki duvara asılı hiç kapanmayan televizyondan maça bakıyorlar. Şehrin tertemiz sokaklarından biraz sıkılmıştık. Yere düşen kurumuş bir ağaç yaprağının bile münasebetsiz bir pislik gibi hemen süpürülüp göz önünden kaldırıldığı yarı steril sokaklardan sonra, burada kendimizi iyi hissediyoruz. Tezgâhtaki çer-çöp, kullanılmış peçeteler, işi biten ıvır-zıvır hiçbir suçluluk duygusuna kapılmadan, gönül rahatlığıyla yere atılıyor. Titiz Sibel’e: “Sahici bir yer ama…” diye açıklama yapıyorum.

Tezgâha dayanmış demlenirken, tezgâhın arkasındaki zayıf uzun boylu pişiriciyi seyretmek çok hoşuma gidiyor. Adam işinin ehli… Gözü okşayan zarif ve seri el hareketleriyle dolaptan malzemeleri çıkarıp mangalın üzerine atıyor. Teknede macun yaparken kullandığımızın aynısı bir spatulası, bir de kısa saplı maşası var. Bütün aletleri bunlar… Çatal, bıçak gibi diğer mutfak gereçlerine ihtiyaç duymuyor.

Balıkları, ahtapotları, kalamarları spatulasıyla dans ettirir gibi ateşin üzerinde atıyor, tutuyor, çeviriyor, kesiyor, biçiyor. Terini ve elinin yağını silmek için omzunda kararmış bir peşkir taşıyor. Sık sık geldiğimiz için bizi artık tanıdı ve sanırım sevdi. Adı El Hauari Bachirou imiş. İçeri girdiğimizde gülümseyerek selam veriyor. Uzatmadan önce ellerini önce peşkirine siliyor, sonra bize verdiği değeri göstermek ister gibi, siyah pantolonunun eteklerine sürterek, bir kez de orada temizliyor. Tokalaşıp tezgâha yaslanıyoruz.

 

Scroll to Top