THY’nin Air Bus 340 uçağı Atatürk Havaalanında tam gaz ilerlerken içimden dua ediyorum: “İnşallah sağ salim ineriz, inemezsek eşhedü enla ilahe illah ve ….” Sanki savaşa gidiyoruz. Ama elimde değil, uçaktan çok korkuyorum. Sadece motorları olan bir araç, yelkeni yok ki. Motorlar ‘tık’ etse yandık.
Neyse ki korktuğum başıma gelmiyor. Adana isimli uçak burnunu dikerek yükseliyor. Bir süre gökyüzünün sonsuzluğuna doğru tırmanıyoruz. Bulutların üzerine çıktığımızda pilotların uçağı düzeltip rotasına soktuğunu hissediyorum. Pencereden baktığımda uçak havada asılı duruyor gibi gözüküyor. Ama önümdeki koltuğun arkasına takılı ekranda saatte 800 kilometre hızla uçtuğumuz yazıyor.
THY Brezilya müdürü Atagün Kutluyüksel’in verdiği biletin dönüş ayağında yerim gene lüks mevkii olarak kesilmiş. Bu sayede 60 kiloluk bagajımı sorunsuz götürebiliyorum. Sabah dört büyük valizi ablamla beraber THY bankosuna güçlükle taşımıştık. Uçuş kartını hazırlayan görevli sadece iki bavul taşıyabileceğimi söyleyince önce ikimiz de şaşırıyoruz. Şimdi ne olacak. Neyse ki bir telefonla sorun hallediliyor ve valizler yürüyen bandın üzerinde uçağa gidiyor.
Uçak Ege’yi, Akdeniz’i geçip Tunus üzerinden Kuzey Afrika’ya ulaşıyor. Altımızda uçsuz bucaksız Cezayir çölleri uzanıyor. Saatlerce sarı renkli bir denizi andıran çölün üzerinde uçuyoruz. Kum tepelerinin kıvrımları dalgalara benziyor. Dakar üzerine geldiğimizde çöl bitiyor. Pencereden baktığımda Atlantik Okyanusu’nu görüyorum. Afrika sahillerinde kırılan ölü dalgalar beyaz bir çizgi şeklinde göz alabildiğine uzanıyor.
Okyanusun üzerine vardığımızda pencerenin güneşliğini indiriyorum. Karşıya geçene kadar da açmamaya karar veriyorum. Uzaklar II’yle okyanusu geçmemiz haftalar sürmüştü. Aylar boyunca onun o huzurlu koynunda yaşamıştık. Ne güzel günlerdi… Şimdi ise 6 saatte karşıya geçeceğiz. Şaka gibi… Bu şakayı yaşamak istemiyorum.
Koltuğuma gömülüp İstanbul’da Deniz’le yaşadıklarımıza dönüyorum. İki sene önce küçük bir çocuk olarak bıraktığım sevgili kızım serpilip gelişmiş. 15 yaşında alımlı bir genç kız olmuş. Altı hafta boyunca ne güzel günler geçirdik. Ben kızımı, o babasını yeniden tanıyıp keşfetti. Ne yazık ki sayılı günler çabucak geçti. Ayrılık zamanı geldi. Onu yeniden babasız bırakmak zorunda kaldım. Keşke diğer babalar gibi hep yanında kalabilseydim. Onu baba sevgisinden ve ilgisinden mahrum etmeseydim. Arkadaşları babasının nerede olduğunu, ne iş yaptığını sorduğunda, o da herkes gibi ‘normal’ bir cevap verebilseydi.
Uzun seyirlerde seyirle ilgili işler dışında bol bol düşünür, hayale dalar, kitap okur ve o gün ne yemek yapacağımızı planlarız. Yemeğimizi genellikle denizden çıkarırız. Uzaklar II’nin peşi sıra gelen olta o günün mönüsünü belirler. Olta boşsa karavanada genellikle makarna çıkar. Ya da kumanyamız içinden farklı bir şeyler bulmaya çalışırız. Uçakla okyanusu geçmek ise çok farklı… İnsan burada da yemeği düşünüyor, ama ne yapacağını değil, ne yiyeceğini…
Hostesin uzattığı mönüye bakarken ben de ne yiyeceğimi seçmeye çalışıyorum. Ahtapot salata, füme somon, mersin balığı, ıspanaklı muska böreği ve kısırı işaretliyorum. Ancak kapari soslu ızgara levrek ile Adana kebap, kuzu pirzola seçenekleri arasında karar vermekte zorlanıyorum. Epey bir tereddütten sonra Adana uçağında Adana kebabın daha uygun olacağına karar veriyorum.
Brezilya üzerine geldiğimizde, yola çıkışımızın üzerinden 12 saat geçmesine rağmen hava hâlâ kararmamıştı. Güneşe doğru uçtuğumuz için güneş bir türlü batmıyordu. Uçağımız İstanbul’dan kalkışından 12 saat 50 dakika sonra tekerleklerini Sao Paulo’nun devasa havaalanın pistine koyuyor.