Kara Göründü, 20 Eylül 2012

Elli üç gün sonra kara görünüyor! Pruvamızda Madeira Adası… Kuzey Atlantik Okyanusu’nun binlerce mil derinliğinden fırlamış dev bir su üstü kayalığını andıran adaya doğru ağır ağır yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça sarp yamaçları kaplayan yeşil ormanlar belirginleşiyor. Kırmızı kiremitli evlerin arasında çiçekli bahçeler uzanıyor. Neredeyse iki aydır sadece mavi renk görmeye alışmış gözlerimiz, bu renk cümbüşü karşısında kamaşır gibi oluyor. Uzaklar II arkasında 6412 millik köpükten bir iz bırakarak Funchal limanına giriyor.  

Genç bir görevli Sibel’in attığı koltuk halatlarını alıp iskele babalarına volta ediyor. Tekneden karaya atladığımda düşecek gibi oluyorum. Sanki yer ayaklarımın altından kayıyor. Sallanmayan zemin üzerinde bir türlü dengemi bulamıyorum. Anlaşılan haftalardır kendini denize göre ayarlayan vücudum karayı kabullenmekte zorlanıyor. Arkamdan inen Sibel’in de benden farkı yok.

Koltuğumuzun altında evrak çantası karşıdaki liman binasına giriyoruz. Masanın arkasında belleri tabancalı deniz polisleri oturuyor. Kemerlerindeki silahların siyah soğukluğuna karşın yüzleri aydınlık ve güleç… Ayakta sarhoş gibi yalpaladığımızı görünce gülümseyerek: “Uzun yoldan geliyor olmalısınız, buyurun oturun…” diyerek sandalye gösteriyorlar. Gerekli kağıtları çabucak doldurup damgalıyorlar.

Biraz sonra göçmen bürosu polisi geliyor. Tişörtlü deniz polislerinin aksine siyah bir takım elbise giymiş. Onu böyle görünce, 30 derecenin üzerindeki bu sıcak havada o kalın ceketin altında bunalmıyor mu, diye düşünüyorum. Memur aksi birine benziyor, uzattığım elim havada kalıyor. Selam vermeden, tek kelime etmeden, hatta yüzlerimize dahi bakmadan pasaportlarımızı alıyor ve şöyle bir göz attıktan sonra konuşuyor: “Vizeniz yok, ülkeye giremezsiniz!”

Sakin olmaya, alttan alarak konuşmaya çalışıyorum. Kendisine uzun yoldan geldiğimizi, geldiğimiz yerde konsoloslukları olmadığını, zaten fazla kalmayacağımızı, teknedeki bazı arızaları onarıp, kumanya, su, mazot aldıktan sonra birkaç gün içinde adadan ayrılacağımızı söylüyorum. Suratını buruşturuyor…

Aklıma Portekiz’in bir zamanlar nasıl dünyanın en denizci ülkelerinden biri olduğu geliyor. Dünyanın en uzak köşelerinde dahi Portekizli denizcilerin izlerine rastlamıştık. Bunları ona da söylüyor ve ekliyorum: “Sizin de bildiğiniz gibi denizden gelen birine önce hoş geldin demek, eğer bir eksiği varsa yardımcı olmaya çalışmak en basit denizcilik geleneğidir. Ama siz bize ülkeye girmeye çalışırken yakaladığınız kaçak mültecilermişiz gibi davranıyorsunuz.”

O ise bizi dinler gibi yaparken bir yandan cep telefonuyla konuşuyor. Sonra kulağındaki telefonu kapatmadan kestirip atıyor: “İhtiyaçlarınızı alıp yarın gidin, ama marinanın dışına çıkmayacaksınız, yoksa sizi polise tutuklatırım.” Odadaki diğer polisler dâhil hepimiz şoke oluyoruz. Adamın aşağılayıcı ve kaba tavırlarına sinirlenen Sibel: “Ben şimdi bu herife bir kafa atacağım!” diyor. Kolundan tutup engelliyorum.

Takım elbiseli çekip gittikten sonra masadaki polislerden biri memleketlisi adına özür diliyor. Ardından, “buradaki konsolosunuzu arasınız, belki bir yardımı dokunur,” diyor. Adada Türk konsolosu olduğunu bilmiyorduk. Polis dışarı çıkıp bir telefon numarasıyla dönüyor.

Biraz sonra Mersinli Abdurrahman Can’la tanışıyoruz. 14 yıl önce adaya yerleşmiş. Antalya yapımı 24 metrelik ayna kıç guletiyle turizm işinde… Aynı zamanda Türkiye’nin buradaki fahri konsolosu… Karısı Ema adanın tanınmış doktorlarından… Çabucak kaynaştığımız Apocan elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyor.

En büyük destek ise Ankara’dan geliyor. Başımızın dertte olduğunu öğrenen TRT Türk’ün Genel Yayın Yönetmeni Ümit Sezgin hemen kolları sıvıyor. Yolladığı mailde yazdıklarını okuyunca içimize su serpiliyor: “Kendinize iyi bakin, içiniz rahat olsun, her şeye bir çözüm buluruz… Karada olmanın keyfini çıkarın…” Pasaportlarımızı kargoyla kendine yolluyor ve beklemeye başlıyoruz.

Sevgili Ümit Sezgin’in yazdıklarını bir daha okuduktan sonra düşünüyorum; O iyi niyetle bize, “Karada olmanın keyfini çıkarın’ diye yol gösteriyor. İyi güzel de bu ‘keyfi’ ne zaman, nerede çıkaracağız, bunu çok merak ediyorum. Çünkü ne zaman karaya çıksak başımıza bir şeyler geliyor, en azından ağzımızın tadı kaçıracak bir şeyler oluyor.

Denizdeyken de hayat kolay değil. Orada da zorluklar var. Ama tabiatın zorluklarından hiç biri karadaki o kara ceketliler gibi insanın canını acıtmıyor.

 

Scroll to Top