DÜNYANIN UCUNA BEŞ VAR – Hürriyet 06 Eylül 2009 (Tam Metin)

Şehriban Oğhan:  “Hayallerime yelken açıyorum” diye çıktınız, hayalleri yakalamaya, hedef Horn Burnu’na ulaşmaya şafak kaç? Seyahate çıkarken tahminen 19 bin 500 deniz mili kat edeceğinizi söylediniz, kaçı kat edildi

Osman Atasoy: Bizde “hayal kurmak” kötü bir şeymiş gibi algılanır. Hâlbuki ben her şeyin hayal kurmakla başladığına inanıyorum. Hedefler, sadece teslim tarihi olan hayallerdir. Biri biter diğeri başlar…
Bugüne kadar 4 bin mile yakın yol yapmışız. Bundan sonra daha uzun okyanus geçişleri yapacağız. Şu anda bulunduğumuz yerden, yani Cape Verde Adaları’ndan Horn Burnu 4 bin 800 mil.

Ş.O: Horn Burnu fikri nereden, nasıl çıktı? Daha önce kimler gitmiş?

O.A: Horn Burnu’nun tuhaf bir çekimi olduğunu düşünüyorum. İnsan oraya gitme düşüncesine bir kez yakalandığında karar da verilmiş oluyor. Büyülenmiş gibi bu fikrin peşinde koşuyor. Bundan kurtulamıyor. Ben bu çekime, sanırım ilk dünya seyahatimizde yakalandım. Yeni Zelanda’da kızımız Deniz dünyaya gelmişti. Oynaması için şişme bir dünya haritası almıştık. Dünyayı Uzaklar’ın kamarasının tavanına asmıştık. Büyük Okyanus’u geçerken vardiyalarda uzandığımda gözüm hep bu topa takılırdı. Aylarca Güney Amerika’nın ucuyla Antarktika arasındaki uçsuz bucaksız suları seyrettim. Galiba zehri o zaman aldım!

O.A: Bu sulara giden fazla denizci yok. Bir yerde, Horn Burnu’nu yelkenlisiyle geçen denizci sayısının, uzaya giden astronot ve kozmonotların toplamından daha az olduğunu, okumuştum.

Ş.O: “Tehlikeli yerler, korsanlar bile gitmeye cesaret edemiyor” demiştiniz. Yaklaştıkça korku duyuyor musunuz?

O.A: Denizi tanıyan denizden korkar. Hele Güney Okyanusu’ndan herkes korkar. O sular beni de çok korkutuyor. Ama korktukça daha çok gitmek istiyorum. Kuzunun kurda gitmesi gibi… Garip bir durum…

Ş.O: Horn Burnu’na “dünyanın ucu”, “Yedi denizlerin Everesti”, açıklarına “Tanrının terk ettiği deniz” deniyor. Sizin tanımlamanız, taktığınız isim var mı?

O.A: Horn Burnu’nun enlemi 56 derece güneydir. Eski denizciler şöyle derlermiş; “40 derece enleminin altında kanun yoktur; 50 derece enleminin altında ise Tanrı yoktur.” İnanan için Tanrı tabii ki her yerdedir, eski denizciler bu suların ne zorlu yerler olduğunu vurgulamak için böyle demişler.
Horn Burnu bana Güney Okyanuslarının ıssızlığında bağdaş kurmuş oturan bir devi hatırlatıyor. Önünden geçmeye teşebbüs edenlere ya gazabını yolluyor, ya da kulağına bir şeyler fısıldıyor. Umarım bize ikincisini yapar.

Ş.O: İlk yolculuk 16 yıl önceydi. Bu ikinci yolculuğa önce yalnız çıkacağınızı açıkladınız. Sonra Sibel Hanım çıktı. Yalnız seyahat zor olacağı için mi karar değiştirdiniz?

O.A: Seyahate yalnız çıkmayı istememin en büyük nedeni, denizde uzun süre tek başıma olmayı istememdi. Hiç kara görmeden haftalarca tek başıma gitmenin beni farklı yerlere götüreceğini hissediyordum. Sibel’le tanışınca bu isteğimi erteledim ve yola birlikte çıktık.

Ş.O: Yolculuğa başlayalı yanlış hesaplamadıysam 290 gün olmuş. İki rotada da aynı noktalardan geçtiğiniz oldu? Ne gibi farklar yaşadınız?

O.A: Çoğu zaman ilk seyahattekiyle aynı yerlerden geçti. Mesela, Cebelitarık ile Kanarya Adaları arasında neredeyse aynı rotayı izledik. Ancak siz sanırım demirlediğimiz yerleri kast ediyorsunuz. Çünkü “yer” denilince herkesin aklına, “üzerinde insanların yaşadığı bir yer” geliyor!
16 yıl önce de uğramış olduğumuz yerleşim yerlerinde eskiye göre değişiklikler olduğunu gözlemledim. Benimkisi tabii ki uzaktan yapılan bir gözlem. Her yere daha yüksek binalar yapılmış, İngilizce dükkân tabelaları artmış. Üzerinde İngilizce yazılar yazan tişörtlerle dolaşanların sayısında da dikkat çekici bir artış gözlemledim. Sokaklarda ellerinde naylon torbalarla yürüyenler de çoğalmış. İnsanlar artık fakir ülkelerde siyah, zengin ülkelerde renkli poşetlerle yürüyorlar.

Ş.O: Sibel Hanım iki kez tekneden ayrılmak zorunda kaldı? Ne gibi zorluklar yaşadınız?

O.A: Sibel’in babasını kaybetmesi seyahatimizin de acı bir olayıydı. İlk gidişinde Büyük Kanarya Adası’nda, diğerinde ise Hierro Adası’nda uzun süre dönüşünü bekledim. Demir yerleri ölü deniz aldığından tekne durmadan sallanıyordu. Bir keresinde dayanamadım, arkada bağlı bota geçtim. Bütün gün botun içinde oturdum.

Ş.O: Bir bayram geçirdiniz. Bir bayram daha geliyor; bir bayram planınız var mı?

O.A: İlk bayramda seyirdeydik. Bayram olduğunu teknedeki takvimden tesadüfen öğrendik. O sabah Sibel şeker ve kolonya tuttu. Önce gülüştük, ama sonra Türkiye’deki yakınlarımızı düşününce hüzünlendik. İnsan bayramı sevdikleriyle bir arada kutlarsa bir anlamı oluyor. Bayramlar sevinmek için, ama bizi hüzünlendiriyor.

Ş.O: Günlüğünüzde marinaların pahalılığından dem vuruyorsunuz. Bugüne kadarki harcamanız ne? (Marinalar dahil tüm harcamalar)Yol giderlerinizi nasıl karşılıyorsunuz?

O.A: Akdeniz’de marinalar çok pahalı. Demirleyecek yer sayısı sınırlı olduğundan mecburen giriliyor. Belki de bu yüzden pahalılar. Akdeniz’den çıktıktan sonra biraz rahatladık.
Aylık yol harcamamız 2 bin Doları buluyor. Türkiye’de de yapmam gereken ödemeler var. Kısıtlı bir bütçeyle seyahat ediyoruz. Seyahatimizin ana destekçisi Yüksel İnşaat. Yüksel İnşaat’ın yanı sıra Acıbadem Sigorta’nın katkıları ve her ay yazdığım Motor Boat & Yachting adlı dergiden aldığımız para ile bütçemizi denkleştirmeye çalışıyoruz.

Ş.O: Bu yolculuk kurduğunuz sistemle sanal alemden de izleniyor? Ne gibi geri dönüşümler var?

O.A: Teknede sigara paketi büyüklüğünde bir uydu vericisi var. Bundan giden sinyaller Global Star uydusu üzerinden web sitemize yansıtılıyor. Web sitemizin adresi www.osmanatasoy.org Siteye girenler o an nerede olduğumuzu ve rotamızı görüyorlar. Birkaç kere sinyaller kesildiydi. Başımıza bir iş geldi sanıp telaşlanmışlar. Yani devamlı takip altındayız. Gelen raporlardan çok sayıda kişinin düzenli olarak siteyi takip ettiği görülüyor. Kendimi bazen  George Orwell’in “Büyük Birader” romanındaki gibi hissediyorum, ama insan zamanla her şeye ‘alışıyor’.
Kanaryalar’da kurduğumuz bir sistemle artık okyanusun ortasından bile e-posta yollayabiliyoruz. Yolladığım yazılarda sadece gittiğimiz yerleri değil, ‘Suküre’ den bakınca dış dünyanın nasıl göründüğünü de tarif etmeye çalışıyorum. Okyanusta seyreden bir teknenin havuzluğundan bakınca, dünya bize öğretildiğinden çok daha farklı görünüyor.

Ş.O: Yeni bir kitap yazıyor musunuz? Belgesel olacak mı?

O.A: Kitabı dönünce yazacağım. Ama seyahati filme alıyoruz. Görüntüler HD formatında olduğu için çok kaliteli. Belgeselin ilk bölümü hazırlandı bile. Bir TV kanalıyla anlaşırsak, bu son baharda televizyonda gösterime girecek.

Ş.O: Kızınızdan ilk uzun ayrılış mı? Nasıl karşıladı? Yolculuk süresince görüştünüz mü?

O.A: Evet, Deniz’den ilk uzun ayrılışım. Deniz, Yeni Zelanda’dan Türkiye’ye gelene kadar, yani 3 yaşına kadar teknede yaşadı. Bu üç yıl boyunca her günün 24 saatini beraber geçirdik. Çok az çocuk annesiyle, hele babasıyla bu kadar uzun süre beraber olmuştur. Birlikteliğe bu kadar alıştıktan sonra şimdi ayrılık çok zor oluyor. Yolculuk süresince maalesef görüşemedik.

Ş.O: Türkiye’ye tahmini dönüş ne zaman?

O.A: Deniz seyahatlerinde kesin bir tarih vermek mümkün değil. Uluslar arası denizcilikte geminin varış zamanının önüne ‘ETA’ sözcüğü konur. Bu İngilizce kısaltmanın Türkçe açılımı “Öngörülen Varış Zamanı”dır. Dev yolcu gemileri dahi limana varış zamanlarının önüne bu kısaltmayı koyarlar. Bizim Eta’mız ise 2010 sonları…
Gene de bilinmez… Çünkü şans seyahatimizi belirleyen en önemli unsur… Denizciler kadere ve şansa herkesten çok inanırlar. Binlerce yıldır aynı kalmış, insan egemenliği altına girmemiş bambaşka bir âlemde gidiyoruz. Bu âlemde hayatımızın kontrolünün çok az bir kısmının kendi elimizde olduğunu hissediyoruz. Ne kadar güçlü olsak da, denizde denizin dediği oluyor.


Şehriban Oğhan: Sibel Hanım, sizin için nasıl bir sıfat kullanayım; sevgili, eş vs.

Sibel Karasu: Birbirimize çok benziyoruz. Aslen erkek arkadaşım.

Ş.O: Öncelikle başınız sağolsun. Okyanusun ortasından Türkiye’ye dönmek kolay olmamış. Tekneye dönüş de epey maceralı olmuş, Neler yaşadınız?

S.K: Çok teşekkür ediyorum. Türkiye’ye ilk dönüşüm Las Palmas’tan oldu. Dört uçak değiştirdim.  Hava alanlarındaki beklemelerle birlikte 36 saat süren yorucu seyahatin sonunda İzmir’e vardım. Ayağımın tozuyla hastaneye koştum. Yedi ay sonra babamı yoğun bakımda görünce kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Uzaklar II ye döndükten kısa bir süre sonra babamın vefatını öğrendim ve son görevimi yerine getirmek üzere tekrar Türkiye’ye döndüm.  Tekneye dönüşümde içi kumanya dolu bagajım kayboldu. İçinde İzmir tulum peyniri, pastırma ve rakı olduğunu duyunca Osman çok üzüldü. Neyse ki dört günlük telefon trafiğinden sonra bavul elimize ulaştı.

Ş.O: Yolculukta sizin ağırlığınız daha fazla hissediliyor. Yemek pişirme, çamaşır yıkama vs. Üç gün çamaşır yıkadığınızı okuyunca üzüldüm valla halinize. Vardiyaya da kalıyorsunuz. Şartlar eşit mi gerçekten. Kaptan biraz diktatör mü yoksa?

S.K: Çamaşır ve bulaşık işlerinde biraz yalnızım. Ancak Osman yemek yapmayı sevdiği için mutfakta yardımcı oluyor. Hatta çok lezzetli yemekler yapıyor.
Suyumuz kısıtlı olduğu için bulaşıkları deniz suyuyla yıkıyorum. Çamaşırları ise su buluncaya kadar biriktiriyoruz. Su bulunca da günlerce çamaşır yıkamak zorunda kalıyorum. Seyirdeyken havluları bir halata bağlayıp teknenin arkasından çekiyoruz. Bu sistemle pırıl pırıl oluyorlar. Bu yöntemin tek mahsuru, üzerlerinde tuz kaldığı için çamaşırların kuruyunca sertleşmesi.
Seyirdeyken teknede çok demokratik bir ortam olduğunu söyleyemem. Kaptan, seyir emniyeti açısından bu gerekli, diyor. Ancak demirleyince durum değişiyor. Ne yapacağımıza birlikte karar veriyoruz.

Ş.O: Aşçılık kursuna gittiniz mi, yoksa denizde insan daha yaratıcı mı oluyor? (pastırmalı kapuska nasıl yapılıyor)

S.K: Kursta öğretilenlerle teknede yemek yapmak zor… Çünkü her zaman her malzeme olmuyor. Elimizdeki kısıtlı kumanyayla, yaratıcılığımızı kullanarak lezzetli ve besleyici yemekler yapmaya çalışıyoruz.
Lahana çok uzun dayandığı için bir numaralı denizci sebzesi, daha çok kapuskasını yapıyoruz. Mesela bu akşam da menüde kapuska var:
Kuru soğan, sarımsak, havuç ve lahanaları doğruyor, üzerine salçasını ve eğer teknede kaldıysa domatesini koyuyorum. Tencereye bir avuç pirinç, birkaç dilim pastırma ve su ilave edip kısık ateşte pişiriyorum. Kapuskaya pastırma konduğunu daha önce duymamıştım. Osman’ın denizci arkadaşı Esen Mepa yola çıkarken, sahibi olduğu Namet pastırmalarından koca bir koli dolusu vermişti. Biz de bozmamak için her yemeğe koyuyoruz!

Ş.O: Sizin ilk dünya turunuz. Hayatınızda ne değişti, neleri özlüyorsunuz?

S.K: İlk defa bu kadar uzun süreliğine ailem, evim ve arkadaşlarımdan ayrı kalıyorum. Beni en çok etkileyen özlem oldu. Özellikle ikiz yeğenlerim Oğuz ve Arda burnumda tütüyor. Hele canım babamı çok özlüyorum.
Mesleğimden dolayı yıllardır denizin içinde olduğum için yaşantımda fazla değişiklik olmadı. Hayal ettiğim ve istediğim bir hayatın içinde olduğum için kendimi şanslı hissediyorum

Ş.O: Çıkarken nasıl bir ruh hali içindeydiniz, şimdi nasıl?

S.K: Yoğun ve yorucu bir hazırlığın ardından, yola çıkışımız özgürlüğe kaçış gibi oldu. Uzaklar II Ege’nin lacivert sularında yol almaya başladığında, üzerimizden büyük bir yük kalkmıştı. Tek düşündüğüm arkada kalan sevdiklerimdi. Ancak Uzaklar bizi çok güzel yerlere getirdi. Yeni yerler gördükçe, deniz insanlarıyla tanıştıkça uçsuz bucaksız okyanuslarda daha uzağa gitmek istiyorum.

Ş.O: Boş zamanınız oluyor mu neler yapıyorsunuz?

S.K: Teknede boş zaman diye bir kavram yok. Mutlaka her zaman yapılacak bir iş oluyor. Raspa, zımpara, boya, ufak tefek tamiratlar…
Son günlerde minderlere kılıf dikiyorum. Dikiş makinemiz olmadığından elde dikmek zaman alıyor. Günlük tutuyorum, kitap okuyorum. Zıpkınla balık avlamaya başladım. Serbest dalış yaparak tabii ki:. Bazen karaya keşfe çıkıyorum.

Ş.O: Denizde bir gün nasıl geçiyor?

S.K: Seyir halindeyken vardiya düzenine geçiyoruz. Hava koşullarına göre dörder saat vardiya tutuluyor. Düzenli olarak seyir defterine seyir bilgilerini yazıyor, harita üzerine mevkiimizi koyuyoruz. Sık sık rotamızı kontrol ediyoruz. Rüzgâr durumuna göre yelkenler ayarlanıyor. Tek başımıza yapamayacağımız bir şey olursa diğerini uyandırıyoruz.
Sıcak havada ekmekler birkaç gün sonra küfleniyor. Bu yüzden yola çıkarken fazla ekmek almıyoruz. Hamur mayalayarak ekmek pişiriyorum. Osman tekne ekmeğini daha çok seviyor. Sırtıyla balık tutmaya çalışıyoruz. Okyanusta geceleri uçan balıklar güverteye düşüyor. Sabah uyanınca irilerini toplayıp kahvaltı için pişiriyoruz.

Ortak sorular:

Aynı kişiyle her an birlikte olmak nasıl bir duygu, sıkmıyor mu?

İki kişinin birkaç metrekarelik bir alanda aylarca beraber yaşaması kolay iş değil. Yıpratıcı ve gergin anlarımız oluyor. Ama üstesinden gelmeye çalışıyoruz.

Kapıyı çarpıp çıkma hayali kurduracak bir anınız oldu mu?

Uzaklar II’de çarpıp çıkacak kapı olmadığı için, böyle bir hayal kurmamaya çalışıyoruz.

 

Yolculuğun “en”leri

En zor/ keyifli/ heyecanlı/ gergin an

Sibel: Babamı kaybetmek… Osman: Kızım Deniz’ den ayrılmak.

Yorgun, uykusuz ve fırtınalı bir seyirden sonra güvenli bir demir yerine varmak.
Akdeniz’deki fırtınalı bir gecede pupadan gelen dev dalgaların üzerinde kayarak gitmek…
Rabat’tan ayrılırken nehir ağzında kırılan dalgalara yakalanmadan okyanusa çıkmaya çalışmak.

En korktuğunuz an
Gece duyduğumuz (daha sonra tekneye çarpan bir balığın çıkardığını anladığımız) çarpma sesi.

En çok sevilen/ sevilmeyen yer
En sevilen: Kanaryalar’ın Graciosa Adası.
En sevilmeyen: Cebelitarık

En çok kalınan yer
Büyük Kanarya Adası’nın Las Palmas Limanı.

En çok özlenen (acılı tarhana dışında)
Sibel: Baklava. Osman: Gökova koylarından birinde demirlemek…

Geçilen ülkeler, gidilecek ülkeler
Yunanistan, İtalya, İspanya, Fas, Kanaryalar. Yeşil Burun Adaları.
Brezilya, Uruguay, Arjantin, Şili,

Scroll to Top