Uzaklar II bir süredir Beagle Kanalı’ndaki seyrine devam ediyor. Güney Amerika’nın en güneyinde, iç içe geçmiş sayısız koylardan, büklerden oluşmuş uzun bir sahil şeridi var. Bu bölgeye Şili Patagonyası deniyor. Yüzlerce mil uzunluğundaki ıssız topraklar kayın ormanlarıyla, geçit vermez yalçın dağlarla, buzullarla kaplı. Bu uçsuz bucaksız arazide yabani atlar, vahşi sığırlar, kunduzlar, dağ tavşanları, lamalar, pumalar yaşıyor.
Caleta Ferrari adlı koya giriyoruz. Demirlemek üzere sahile yaklaşırken tam önümüzde, haritada işaretlenmemiş bir kayalık beliriyor. Yol kesip sancağa doğru rota değiştiriyoruz. Kayalık sandığımız yerin yanından geçerken buranın kayalık değil, bir grup deniz aslanı olduğunu görüyoruz. Bir sürü deniz aslanı başlarını sudan çıkarmış bize doğru bakıyor. Yanlarından geçip demirliyoruz.
Koyun manzarası tam anlamıyla nefes kesici. İki yanımızda üzerleri karla kaplı dağlar yükseliyor. Doğudaki dağ silsilesi piramit şeklinde beş zirveden oluşuyor. Dağlara uzun uzun bakan Sibel tahminde bulunuyor; “Bunların ismi beş kardeşler olmalı…” Açık maviye çalan karlı dorukların altından kayın ağaçları denize kadar iniyor. Sararmış, kızarmış yapraklar sonbaharın renklerini taşıyor. Buzullardan gelen su nedeniyle denizin rengi yeşile çalıyor.
Koyun kuzey sahilinde birkaç kulübe gözüküyor. Kulağımıza kesik kesik köpek havlamaları geliyor. Kılavuz kitapta buranın terk edilmiş eski bir çiftliğe ait olduğu yazıyordu. Puerto Williams’ta karşılaştığımız denizcilerden de burada yaşayan bir çift olduğunu duymuştuk. Annemie adlı Belçikalı bir kız, Şilili erkek arkadaşıyla birlikte uzun zamandır bu koyda yaşıyormuş.
Annemie buraya dört yıl önce gelmiş. Birlikte seyahat ettiği erkek arkadaşının teknesiyle bu koya demirlemişler. Karaya çıkınca başka bir erkekle karşılaşmış. Yüzlerce kilometrekare içindeki yegâne insanla… Onu görünce burada kalmaya karar vermiş. Tekneye geri dönmemiş. İkisi sahildeki kulübeye yerleşmişler. Beraber geldiği (eski) erkek arkadaşı ise tek başına koydan ayrılmak zorunda kalmış.
Botu kıyıya çekip sahil boyunca yürümeye başlıyoruz. Kulübenin önünden geçerken kapı açılıyor. Zayıf, sarışın bir hanım gülümseyerek bizi içeri davet ediyor. Tahta zeminli büyükçe bir odaya giriyoruz. İçerisi sıcacık. Duvar dibinde kocaman bir odun sobası yanıyor. Üzerindeki çaydanlıktan buharlar yükseliyor. Sobanın dibindeki sepetin içinde üç kedi birbirlerine sarılmış uyuyor. Yandaki eski divanın üzerinde iki köpek yatıyor. Üçüncüsü ortadaki yemek masasının altına kıvrılmış. Başını kaldırıp içeri giren yabancılara bakıyor.
Annemie sandalyelere oturmamızı söylüyor. Sonra bardaklarımıza çay dolduruyor. Jose’nin (böylece erkek arkadaşının isminin Jose olduğunu öğreniyoruz) avdan henüz dönmediğini söylüyor. Sanki eskiden beri tanışıyormuşuz gibi içten, samimi davranıyor. Çiftliğin arazisinin çok büyük olduğunu, tam 40 bin hektarlık bir alana yayıldığını öğreniyoruz. “Belçika’dan bile büyük…” diyor Annemie. Bu kadar büyük bir alanda sadece iki kişi yaşıyor.
Jose eskiden çiftliğin kâhyasıymış. Şimdiyse başına buyruk bir ‘Gaucho’… Arjantin ve Şili’nin efsanevi ‘Gaucho’ları… Uçsuz bucaksız pampalarda, karla kaplı yüksek düzlüklerde sığır sürülerini güden yalnız kovboylar. Ömürleri at üstünde geçen, az konuşan, az gülen, sert mizaçlı, maço karakterli yalnız erkekler.
Biraz sonra kapı açılıyor. Jose içeri giriyor. Kuzgun karası saçları, siyah gözleri, seyrek sakalıyla kırk yaşlarında sırım gibi bir adam. Sanki hâlâ atının üzerinde… Ayağındaki çizmelerle rap rap odanın ortasına yürüyor. Ellerimizi sıkıp masaya oturuyor. Annemie avdan dönen erkeğinin eline hemen bir kupa sıcak çay tutuşturuyor. Sonra karşısına geçip oturuyor. Ona bakan gözlerinde sevgi, şefkat ve biraz da korku parıltıları okunuyor.
Jose vahşi atları yakalayıp ehlileştiriyormuş. Dağlardaki yabani sığırları vurup etlerini balıkçılara satıyormuş. Geçimlerini bu şekilde sağlıyorlarmış. Akşam tekneye birer içki içmeye davet ediyoruz.
Uzaklar II’nin ılık kamarasında sohbet uzuyor. Üçüncü şişenin mantarını açmaya çalışırken Annemie’nin Sibel’e sorduğunu duyuyorum: “At binmeyi biliyor musunuz…” O daha cevap vermeden lafa karışıyorum: “Türkler at sırtında doğar… Atalarımız Anadolu’ya atlarla gelmişler. Aylarca at sırtından inmeden yol almışlar. Bir yandan uyur bir yandan giderlermiş.”
Annemie söylediklerimi Jose’ye tercüme ediyor. Bardakları doldururken masadaki pastırmayı işaret ediyorum: “Şu yediğimiz pastırma var ya… Ta o zaman bulunmuş. Eti eğerin altına kor, üzerine otururlarmış. Et atın teriyle pişip pastırma olurmuş. Bozkırda su ne arar. Susadıkları zaman atın boynundaki bir damarı delip susuzluklarını giderirlermiş.”
Bunları söylerken bir yandan da, neden böyle şeyler anlatıyorum, yoksa Jose’ye gösteriş mi yapıyorum, diye aklımdan geçiyor. Ama Jose hayatından memnun. Duyduklarından hoşlandığı anlaşılıyor. Yüzünün sert hatlarının yumuşadığını fark ediyorum. Sarmam için tütün kesesini uzatıyor. Bu bir dostluk ifadesi… Cigaramı sararken atlarla ilgili bilgi vermeye devam ediyorum: “Her Türk doğuştan binicidir. Bizde at binmeyi bilmeyen erkeğe kız vermezler!”
Jose ve Annemie yarın avlanmaya gideceklermiş. Bizi de davet ediyorlar. Annemie “Gideceğimiz yer uzak değil, atla bir saat çeker,” diyor. İşler karışıyor… Ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Kurtulmak için Sibel’i bahane ediyorum. “Ben gelirdim, ama Sibel’i yalnız bırakmayayım.” Ama Sibel, “Aaa ben de gelirim,” demesin mi. Meğer Antalya’da çalıştığı otelde binicilik dersleri almış. At binmeyi gayet iyi biliyormuş. Çaresiz tekliflerini kabul ediyorum. Ertesi sabah erkenden sahilde buluşmak üzere randevulaşıyoruz.
Sabah karaya çıktığımızda bizi beklediklerini görüyoruz. Jose çizmelerinin üzerine şalvara benzer siyah ‘gaucho’ pantolonunu giymiş, beline mor püsküllü kırmızı kuşağını sarmış. Kuşağın arasına hançere benzeyen bir bıçak sokulmuş.
Dört tane at eğerlenmiş, binicilerini bekliyor. Eğerlerin üstüne koyun postları konmuş. Atlara bakıyorum. Seyrettiğim kovboy filmlerindeki kızılderili atlarına benziyorlar. Anlaşılan bunlar Jose’nin dağlardan yakalayıp ehlileştirdiği atlar. Annemie siyah bir atı yularından tutup önüme getiriyor. “Bu senin atın Osman…” Atın ayakları beyaz. Kocaman gözleriyle yüzüme bakıyor.
En son ne zaman ata bindiğimi hatırlamaya çalışıyorum. Daha çocuktum… Evimizin yakınındaki boş bir arsada bir adamın at kiraladığını duymuştuk. Ben de kardeşimle gitmiştim. Adam önce paramız olup olmadığını sormuştu. Harçlıklarımızdan biriktirdiğimiz parayı görünce bizi sırayla yaşlı bir ata bindirmişti. Biz sadece atın üzerinde oturuyorduk. Adam elinde atın yuları, önümüz sıra yürüyordu. Bu vaziyette arsanın etrafında bir tur atmıştık.
Daha sonra ata bindiğimi hatırlamıyorum. Bir kere de Doğanbey’deki bahçede binmiştim. Ama o at değil eşekti. Ürkmez köyüne ekmek almaya gitmem gerekiyordu. Komşumuz Süleyman Dayının eşeğini ödünç almıştım. Hayvancağızın bir ayağı topaldı. Aksayarak yürüyordu. Tıngır mıngır köye gidip gelmiştik.
Ben bunları düşünürken diğerleri atlarına atlayıp yola koyuluyorlar. İçimden keşke dün akşam o kadar sallamasaydım, diye geçiriyorum. Hiç olmazsa sorar öğrenirdim. Ama o kadar laftan sonra, artık kimseye bir şey sorulmaz ki. Ayağımı üzengiye taktığım gibi, ya Allah diyerek kendimi atın üzerine atıyorum. Atmamla birlikte az daha öbür taraftan aşağıya düşecek gibi oluyorum. Fakat nasıl olduysa düşmüyor, atın üzerinde kalıyorum. Herhalde dün akşam yâd ettiğim atalarımın ruhu yardım ediyor. Hayvan başını çevirip öndeki kafilenin peşine takılıyor.